Değirmenimden Mektuplar

Alphonse Daudet

Image via Wikipedia

Ben küçükken, rahmetli babamın o zamanlar bana kocaman gelen bir kitaplığı (kütüphane derdik) vardı evde; içi tıklım tıklım klasiklerle dolu. Hepsi Hasan Ali Yücel zamanında MEB tarafından İngilizce, Fransızca ve Rusça asıllarından çevrilerek basılan Dostoyevsky, Zola, Tolstoy, Turgenyev başta olmak üzere daha sonra basılan başka yazarların  cilt cilt kitapları.  Ecinniler’den tutun da Gogol’ün Hikayeler’ine, John Steinbeck Gazap Üzümleri’nden, Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie’sine kadar…Emile Zola ve Honore De Balzac’ın nehir romanlarına bayılırdım.  Zola’nın gerçekçi yaklaşımı insan doğasını, Balzac’ın romanları zamanının Fransa ve Paris’ini, Dostoyevsky ise insanın karmaşık psikolojisini öğretirdi bana. Komünistleri ilk kez Steinbeck’in Bitmeyen Kavga adlı romanından, Fransa’nın 18i ve 19. y.y. sosyal yaşamını, saray yosmalarını, kanlı devrimi  Balzac’tan, işçilerin sömürüldüğünü Zola’nın Germinal’inden, Petersburg gecelerini, Rus sosyal yaşamını, mujikleri, troykayı, votkayı, nihilistleri Dostoyevsky’nin kitaplarından, uçsuz bucaksız buğday tarlalarında makinalı tarımı Steinbeck’den öğrendim.  Steinbeck’in Sardalya Sokağı (Sardine Street),  Yukarı Mahalle ve Tatlı Perşembe (Sweet Thursday) adlı üçlüsünü tekrar tekrar okuyarak kıyı kasabası Monterey’i tanıdım.   

Aynı anda Zola ve Dostoyevsky okurdum; yani birkaç saat birisini, sonra diğerini… Bu kitapların arasına bir başkasını da katmak istediğim bir gün kitaplıkta karşıma Değirmenimden Mektuplar adlı bir kitap çıktı. Adı çok ilginç geldi. Yazar Alphonse Daudet. Şimdilerde kimse bilmez. Daudet bir Fransız yazar, hikayeci. Roman okumaya o kadar alışmıştım ki  3-5 sayfalık hikayeler okumak hiç çekici gelmedi önceleri. Gerçi daha sonra bu görüşüm çok değişti, Gogol’ün,  Çehov’un ve diğerlerinin hikayelerini de keşfedince.

Bu, “ Değirmenimden Mektuplar” adlı hikaye kitabının adı beni çekmişti ve hala  da çekmektedir. Neden bu isim? Neden “köyümden, evimden, veya Dostoyevsky gibi Yeraltından (bırrrr!) Mektuplar değil de Değirmenimden…?

O zaman kadar okuduğum Zola ve Balzac romanlarından edindiğim izlenimlere göre kitabın başlığını bende neden olduğu  çağrışımlar şöyle idi : Adamın bir değirmeni var, arada bir oraya gidiyor veya orada yaşamaktadır. Oradan yakınlarına, sevdiklerine mektuplar yazıyor. Tabii, ona da gelen mektuplar oluyordur. Değirmen hafif yüksek bir tepelik alanda, rüzgar değirmeni, tahıl öğütüyor. Köylüler geliyor tahıl yüklü çuvalları yükledikleri atlar, sığırlar veya at arabaları ile ve un çuvallarını yükleyerek geri dönüyorlar.  Şu tarafta ormanımsı bir şey var, daha yakında bir küçük dere…Sağda solda rastgele serpiştirilmiş gibi duran meyve ağaçları…Adam da o ağaçlardan birinin altında yere oturmuş mektup yazıyor.  Tüyden kalemi, ve mürekkebi içine koyduğu kabı, yazı tahtasını yanına alıp ağacın altına gidiyor yazmak istediğinde. Hava iyi değilse, odasında yazı masasında yazar.  Acıkınca yemek için ortadaki masanın üstünde duran peynirden bir dilim keser ve esmer ekmekle birlikte ağzına atar, üstüne de birkaç yudum şarap içer. Ağacın altında yazmakta ise, şarap şişesi ve peyniri falan zaten yanında olur.  Arada bir atlı postacı gelir ve bir demet mektup bırakır. Mektupların bazıları parfüm kokulu olur! (kadınlar öyle yaparmış o zamanlar)  Mektupları tek tek açar mühürlerine baktıktan sonra, okur, sonra yazı masasına gider, cevap yazar, zarfa koyar, kapatır ve üstüne kırmızı mum eriterek damlatır, henüz ıslak muma mühürünü basar. Artık mektup hazırdır gönderilmek için.

Fakat, ne gariptir, kitaptaki hikayelerin birinin bile içinde böyle bir değirmen falan yoktu.  Kitabı hızla karıştırarak içinde “değirmen” olan bir hikaye aradım, ama heyhat!…Bu beni biraz hayal kırıklığına uğrattıysa da, sıkıla sıkıla ve inatla hikayeleri okumaya başladım. Adlarını bile unuttuğum hikayelerden birisi hiç aklımdan çıkmadı yıllardır. Konusu ise aklımda kaldığı kadarı ile (yıllar içinde kendim eklemeler yapmış olabilirim ama ana tema aynıdır) şuna benzer bir şey:

Bir kaymakam var. Sevilen, çalışkan bir adam. Yakındaki bir komşu kasabada da yeni bir okul vb bir şey yapılmış. Kaymakam davet edilmiş ki gelsin açılışı o yapsın. Kaymakam yorgun o günlerde, dinlenmek istiyor ama çaresi yok gidecek, davet edilmiş bir kere. Atlı araba hazırlanır, kaymakam koltuğa yerleşir. Sürücü arabanın ön tarafındaki yükseltiye çıkar, atlar hareketlenir ve yola düzülürler. Mevsim bahardır. O zaman ortalık şimdiki gibi değil. Arabanın gittiği “yol” kırların ortasında daha önce başka arabaların gide gele oluşturduğu bir izden ibaret.  Yeşil otlar yükselmiş, uzakta tarlalar, etrafta meyve ağaçları çiçek atmış. Kırlar rengarenk mis kokulu çiçeklerle kaplıdır. Arabanın açık pencerelerinden yabani otların kokusu çiçeklerin baş döndürücü kokusuna karışarak içeri dolmakta, arılar uçuşmaktadır.

Bir müddet böyle yol alırlar. Kaymakamın yorgun bedeni doğanın bu tatlı saldırısına daha fazla dayanamaz ve uykuya kayar. Sarsıla sarsıla ilerleyen arabanın sert koltuğunda başı cama dayalı durumda biraz uyuklar. Epeyi bir müddet böyle yol alırlar kırlarda. Neden sonra kaymakam gözünü açınca sürücüye seslenerek biraz dinlenmek istediğini ve durmasını söyler. Atlar, sürücünün gemlerini hafifçe çekmesinden memnun olur ve malum sesleri çıkararak usulca dururlar. Kaymakam arabanın kapısını açar aşağı inerek yeşil otlara basar. İlerde gökyüzüne yükselen kocaman dalları yeşil yapraklarla kaplı bir ağaç vardır otların arasında. Kaymakam, ciğerlerini çiçek kokuları ile dolu havayla doldurarak gerine gerine ağaca doğru ilerler…

Diğer taraftan, yakındaki komşu kasabanı ileri gelenleri açılışı yapılacak binanın önünde toplanmış beklemektedirler. Biraz gecikmiştir kaymakamın arabası ama, olsun, yol hali işte…Neden sonra uzaktan araba görünür. Kasabanın mızıkası çalmaya başlar, ahali hareketlenir. Kaymakamı getiren at arabası ağır ağır yaklaşır ve durur. İleri gelenler koşuşturarak arabanın yanına gelir ve saygı ile kapısını açarlar kaymakam insin diye. Ama, o da ne!? Arabanın içi boştur.

Kaymakamı saatler sonra, o koca ağacın altında bulurlar. Sırtını ağacın koca gövdesine dayamış, şapkasını çıkarıp yanına koymuş, ağzında bir çiçek, dizinde yazı tahtası, üstünde hokkası ve diviti, şiir yazmaktadır.

 08.05.2010

www.bodrumgundem.com da yayınlanmıştır

About Selçuk Aytimur

Yolun yarısını geçeli çok olmakla birlikte, bana hiç öyle gelmiyor daha
Bu yazı Kitaplar içinde yayınlandı ve , , , , , , , , , , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

4 Responses to Değirmenimden Mektuplar

  1. buse dedi ki:

    lütven kahramanlarıda verin ya bu nedir hiçbir sitede yok

  2. kaan dedi ki:

    kitaptan çıkardığınız sonuç nedir?
    kitaptaki en çok sevdiğiniz cumleler nedir??
    kitabın niçin yazıldığı hakkındaki duşunceniz???
    lutfen lutfen cevaplayın bulamıyoruz

Selçuk Aytimur için bir cevap yazın Cevabı iptal et