Bu yazının konusu Mardin ve Batman, ve Urfa’dan Mardin’e giderken yol üzerinde görme şansımın olduğu Hasankeyf.
Mardin deyince benin aklıma Diyarbakır’ın “Mardin kapısından atlayamadım” türküsü gelir önce. Onu da görmüş ve yazmıştım geçen yıl. Bir de “Mardin kapı şen olur” türküsü var ama ilk türkü nedense daha baskın hafızamda, nedenini bilmiyorum.
2015 ve 2016 da yaptığım bu gezilerin bir kısmı çocukluğumun geçtiği yerlere yakın yerlerdeydi. Etkilenmemek mümkün değil. Bu ülkenin her tarafı ayrı bir güzel ayrı bir zenginliği var.
Urfa’dan sabah erken saatte yola çıktık. Kızıltepe’yi geçtikten sonra varılıyor Mardin’e. Yol güzel, akıp gidiyor. Eski İpek yolu üzerinden gidildiğini bilmek ise ayrı bir duygu. Yol üzerinde ovalara bakan bir tepede soğuk yayık ayranı içtik. Ben geç kalıyoruz falan dedimse de ev sahipleri beni dinlemedi ve durduk. İyi ki dinlememişler 🙂 Mardin hava limanını geçince uzaktaki tepenin üzerinde Mardin görünüyor, eski Mardin bu, yenisi tepenin öbür tarafında.
Mardin bildiğimiz bir modern şehir. Tepenin üstüne varınca ilk gözüme çarpan bu saat kulesi oldu. Şehir yeni binalarla ve devam eden inşaatlarla dolu.
Öğleye kadar işimizin bir kısmını tamamlayınca soluğu kebapçı Mehmet Mecnun’da aldık.
Kebap severler için Mehmet Mecnun ideal bir yer. Mardinde konaklanacak en iyi yerlerden birisi ise Hilton Garden Inn. Otel, Mardin’in kurulu olduğu tepeye çıkan yolu seyreden bir açıklıkta kurulu.
İşimizi bitirip otele dönerek üstümüzü değiştirdikten sonra sıra gezmeye geldi. Ancak, Mardin öyle bir akşamda gezilecek bir yer değil kesinlikle. Kısıtlı vakitte, Artuklu’lardan günümüze dek ayakta kalabilen Kasımiye Medresesini gördükten sonra eski Mardin sokaklarına attık kendimizi. Kasım,ye Medresesi zamanının üniversitesi olarak hizmet vermiş yüz yıllar önce. Aşağıdaki fotoda görülen harika kapıdan giriliyor içeri.
Yapının büyüklüğü hakkında aşağıdaki foto daha iyi fikir verecektir.
Ne ilginçtir ki burasının koruma altında bir müze bina olması gerekirken, değil. O görülen büyük kapının anahtarı binaya bekçilik eden bir gönüllü vatandaşın elinde ve vatandaşımız kendisi koruyor binayı. İyi de korumuş şimdiye kadar. Sağ olsun kilitli kapıları açarak bizi en üste kata kadar çıkardı. İki katlı bina güney Mezopotamya ovasına bakıyor.
Yapının en üst katındaki kubbelerden birisi dış tarafı bir kuşa benziyor. Diğer ise bildiğimiz bir kubbe.
Yapının giriş katındaki avluda çok ilginç bir su – havuz sistemi var. İlk fotoğraf suyun çıktığı yeri gösteriyor. Usul usul akıyor su; aktığı belli bile olmadan ağır ağır bir sonraki uzun diğer havuza geçiyor. Çok yavaş aktığından havuzda su olduğu ve aktığı zor anlaşılıyor. Uzun, dar havuzdaki su sonra sondaki diğer büyük havuza boşalıyor sakince. Çeşmeden akan su doğumu, ilk döküldüğü yer çocukluğu ve gençliği, sonraki ince uzun bölüm olgunluk ve yaşlılık çağını temsil ediyormuş; ilerideki büyük havuzda biriken su da ölümü. Bu su, havuzdan kanallarla aşağıdaki ovaya ulaşıyor; bu da toprağa geri döneceğimiz ve muhtelif yaşam formlarında tekrar doğacağımızı anlatıyormuş. Hiç anlamadan geçen çocukluğumuzu, gençliğimizi ve sonrasını, ölümü ve toprağa karışmayı aktığı bile belli olmayan bir su ile başlayarak betimlemek ilginç. Son fotoğraftaki pencereler, suyun bir kanalla indiği öylenen Mezopotomya ovasına bakıyor.
Medreseden sonra soluğu eski Mardin sokaklarında aldık. Ne ilginçtir ki dar sokaklarda yürüyüp eski yapılara bakarken kendimi zaman zaman eski Kudüs’te zannettim; çok benziyor. Aynı duyguya Urfa’da da kapılmıştım.
Eski Mardin’in ana caddesinde yürürken bir şarapçı görünce daldım içeri. Burası Süryani vatandaşlara ait bir dükkan idi. Kırmızı ve beyaz olmak üzere iki şişe şarap aldım. Süryani şarapları her zaman güzel olur.
Güzel bir noktadan yakaladığım eski Mardin.
Yürümekten yorulunca kendimizi minaresi ışıklandırılmış eski bir caminin yanındaki bir kahveye attık mırra içmek için. Mırra’nın sert olduğunu biliyorum da, gerçekten sertmiş ama 🙂
Mardin’e geldiğimizde ev sahiplerimize mumbardan bahsetmiştim. Sonra unuttum gerçi ama akşam yemeğine giderken minibüse doluşup, tekrar aklıma geldi. Çekindim bu sefer söylemeye. Şehirin içinde bir lokantaya gittik hep birlikte. Ebrar lokantası burası. Yemekler bir vitrinde sergileniyor. Yerimize oturunca doğruca vitrine bakmaya gitim ki benim mumbar orada duruyor mis gibi. Bir porsiyon mumbar yedim. Ardından da kaburga dolması. Herkese tavsiye ediyorum Ebrar lokantasını.
Yukarıdaki tabakta kaburga dolması var. Yanındaki ise bu sefer mumbar değil bumbar! Bu mumbar ve bumbar işini pek anladığımı söyleyemem. Bu mumbar ve bumbar vitrinde iki ayrı tencerede duruyorlardı. Mutfaktaki ustaya mumbar istediğimi söyleyince “Mumbar mı bumbar mı?” yanıtını aldım ve afalladım. ” Aynı değil mi ikisi?” Hayır değilmiş. Ustaya bu isimli yemeklerin aynı olduğunu ve yöreye göre adlarının değiştiğini söylemeye giriştim ama o da bana bunların aynı olmadığını anlattı bir güzel tarif ederek. Pekala, her işin ustası var. İlk tabakta mumbar var, ikici sipariş ise kaburga dolmasının yanında bumbar oldu. Ne fark far derseniz ben bilmiyorum, ustası biliyor. Tek söyleyeceğim her şeyin çok lezzetli olduğu idi. Nokta. Diğer arkadaşlar başka şeyler yediler ama bakmadım bile 🙂
Ertesi gün sabah erkenden Batman yoluna düzüldük. Batman’a gidilirken Midyat’tan geçiliyor. Orada da görülecek bir yer varmış ama vaktimiz yoktu. Şehirin içindeki bir kavşaktaki heykelde bu güzel tavus kuşu var.
Yol üstünde, Dicle’nin ortasından geçtiği Hasankeyf’e gelince mecburen durduk. Görmeden geçilmez bir yer burası. Yakında baraj sularının altında kalacağından şehir daha yukarılara bir yerlere taşınmış. Bana sorarsanız Hasankeyf’in sular altında kalması bir katliam ve bu düşüncemin değişmesi söz konusu değil.
Hasankeyf neolitik dönemden günümüze kalan bir miras. Arık ne yazık ki içine girip gezilemiyor, taşlar düşüyormuş da… En son 4 yıl önce düşmüş taş. Bana sorarsanız insanların ayağını buradan kesmek için sürdürülen bir bahane bu. Gez gez bitmeyecek bir yer Hasankeyf’deki antik şehir, ama gezilemiyor işte!
Yukarıdaki fotoda sağa doğru tepede Hasankeyf kalesi görünüyor, sivri kulesi ile. Oraya kadar çıkan yol ve tüneller varmış. Hasankeyf’te taş çatlasın bir saat kaldıktan sonra Batman’a doğru devam ettik. Hasankeyf’ten hemen sonra Dicle kıyısındaki kayalıklar neolitik dönemden kalma oyuntularla dolu.
Batman’da vaktimiz çok kısıtlı idi (her zaman olduğu gibi).Hiç bir şey göremedik desem yeri; kusura bakma Batman. İşimizi tamamlayınca öğle yemeği için Çırağan lokantasına gittik. Bu adı unutmayın. Yemekler nefis 🙂
Yukarıdaki fotoğraftaki peynir tatlısı. Üstüne kaymak ve bal bizim için eklendi; yani böyle bir seçenek de var 🙂 İsterseniz söylemeyi unutmayın. Batman’ı yakında tekrar göreceğim sanırım; o zaman fırsat olursa yine yazacağım